12 Ağustos 2017 Cumartesi

"İST ♥ AN ♥ BUL İSTE HATIRLA BUL"

İST  ♥  AN  ♥  BUL
İSTE 
HATIRLA 
BUL
İstanbul, belki de dünyanın en güzel kenti, ona kent demek de zaten başlı başına bir haksızlık.  Nüfusuyla, renkliliğiyle, kültürüyle, bünyesinde barındırdığı tarihi hazineleriyle, içinden  geçen denizi ile  her yıl onu görmeye gelen sevdalıları ile dünyadaki pek çok devletten daha üst sıralarda yer almayı hak etmiş.
Ne zaman ki orayı ve dünyanın başka ünlü kentlerini gördüm, henüz ondan daha güzelini göremediğim için düşüncem onun dünyanın en güzel cennet köşelerinden biri olduğudur.
İstanbul, şiirlere, şarkılara, resimlere konu olmuş, eşsiz güzelliği aşıklara ilham vermiş... Uğruna savaşılmış, kan dökülmüş öyle ki tarih sahnesinde O'nu fethetmeye kendini adamış pek çok komutanı hüsrana uğratmış bir doğa şaheseri…
İstanbul, Asya ile Avrupa kıtalarının dar bir deniz geçidi "Boğaziçi" ile ayrıldığı yerde, iki kıta üzerinde kurulu tek şehirdir. Filmlere sahne olmuş dünyaca ünlü şairleri, yazarları, çizerleri, sanatçıları, devlet insanlarını, bilim insanlarını, yıldızları muhteşem manzarası ile kendine aşık etmeyi de başarmış, her birinden aldığı övgülerle, kendine rakip olanlarla arasına büyük bir mesafe koymayı başarmıştır İstanbul...
Halk arasında güzelliği, özellikle kadınların güzelliğini anlatmak için bir deyim vardır; “Kitap gibi kadın, oku oku bitmez.” Bu tanımlama İstanbul için çok hafif kalıyor.  Ansiklopedi gibi desek, yetmiyor, kütüphane gibi desek gene kafi gelmiyor. Söylenecek tek tarifin “İstanbul gibi, İstanbul” olduğudur. Bu tarif çok güzel kadınlar için bile kullanılabilir. “İstanbul gibi kadın, sev sev bitmez.”
İstanbul, martıları, denizi, vapurları, Halici, Eyüp Sultanı, Emirganı,  İstiklal Caddesi, Taksim’i, adaları, iki kıtayı birbirine bağlayan üç tane gerdanlığı, Boğazın altından iki kıtayı birleştiren tünelleri ve daha pek çok güzelliği ile her yıl binlerce turisti ağırlamaktan hiç yorulmamış ve tarih boyu da yorulmayacak bir Dünya Kültür Mirası’dır. Onun için Dünyanın gözü kulağı buradadır. Her Dünya vatandaşı burayı görmek, içine sindirmek, güzelliğini tatmak için can atar.
İstanbul’u Türk varlığına armağan eden büyük Devlet Adamı, büyük İmparator, büyük Komutan  Fatih Sultan Mehmet onun için;  “Ya ben İstanbul’u fethederim, ya da İstanbul beni” demiştir. Her ikisi de birbirini fethetmişlerdir.
Fatih İstanbul’u fethetmiş, İstanbul’da onu Dünyanın en büyük İmparatoru yapmıştır.
Devletimizin kurucusu, büyük asker, büyük Komutan  dahi Mustafa Kemal Atatürk  ise İstanbul için; "İki büyük cihanın kesinti noktasında, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk Milletinin gözbebeği İstanbul, bütün vatandaşların kalbinde yeri olan şehirdir." diyerek anlatmıştır bu efsane cenneti.
İstanbul, sadece İstanbulluları değil, Türk insanını değil, her ırktan, her cinsten insanlık alemini kendine aşık etmeyi başarmış bir doğa parçasıdır.
Ya yabancılar, onlar İstanbul için neler demişler bir göz atalım.
"Dünyaya son kere bakacaksın deseler bu bakışı İstanbul’un Çamlıca’sından isterdim.”
 Lamartine: "İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, diplomat ile tüccarın, prenses ile gemicinin, Kuzeyli ve Güneylinin, hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı evrensel ve son derece büyük bir güzelliktir. Bütün dünya, bu kentin dünyanın en güzel yeri olduğu düşüncesindedir." 
Edmondo De Amicis: "Ah İstanbul! Beni büyüleyen isimlerden en çok büyüleyeni yine sensin."        Pierre Loti: "İstanbul olağanüstü durumunu Haliç, Marmara Denizi ve Boğaz’a borçludur." 
Andrea Horn: "İstanbul eskiden beri Avrupa ve Asya’yı birleştiren büyülü (tılsımlı) ve adeta kutsal bir mühürdür. İstanbul muhakkak dünyanın en güzel yeridir."                       
Gerard De Nerval: “İstanbul'a sahip olan bütün dünyaya hükmeder. Dünya tek bir devlet olsa idi, taht şehrinin İstanbul olması gerekirdi.”
Napolyon Bonapart: “İstanbul dünyanın gerçek başkentidir. Coğrafya konumu bakımından dünyada rakibi yoktur.”                                       
Joseph Heller: “Yeryüzünde İstanbul kadar uygun bir yere kurulmuş bir şehir yoktur.”
İspanyol Gezgin Pedro: “Dünyanın başkenti olarak tercih edilebilecek tek yer İstanbul'dur; aynen kainatın merkezidir.”                                
Baron De Tott: “İstanbul’a hükmeden bütün cihana hükümdar olur. Onun için, mümkün olduğu kadar İstanbul'a yaklaşmak gerekir.” 
Rus Çarı I. Petro: “Türk Dünyası olarak Allah’ın bahşettiği bu hazineyi çok ama çok iyi korumamız, geliştirmemiz, gelecek kuşaklara daha iyi bir biçimde bırakmamız için tüm varlığımızla çalışmalıyız.”

"İSTANBUL - MİAMİ" (Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Başkanı: İlhami NALBANTOĞLU, MİAMİ-ABD Seyahati)

İSTANBUL - MİAMİ
Birkaç yıl öncesine kadar İstanbul’dan kalkıp ABD’nin herhangi bir kentine inmek öyle çok kolay gerçekleştirilecek bir şey değildi. Ankara ya da İstanbul’dan havalanıp önce Avrupa’nın herhangi bir ülkesinin büyük havaalanı olan bir kentine iniyor, orada bir süre kaldıktan sonra bir aktarma yapara ancak ABD’nin herhangi bir kentine ulaşmak mümkün olabiliyordu.
Başta teknolojik gelişmeler olmak üzere ulusal havayolu şirketimizin içine girmiş olduğu iyileşme ve gelişme bu durumu değiştirdi doğal olarak. Artık İstanbul Atatürk Havalimanından kalkıyor 10-12 saatlik bir süre sonra Amerika’nın en popüler olan kentlerine inebiliyorsunuz.
Biz de öyle yaptık, İstanbul’dan  dünya çapında güvenilirliği ve standardı yükselen ulusal hava yolumuzun  İstanbul-Miami seferini yapan uçağıyla 12 saatlik bir uçuştan sonra Miami’ye varmak üzere uçağa bindik.
Öğlenden sonra 13.30 sıralarında uçağa bindiğimizde bizi Miami’ye getirecek ekip karşıladı. Yakın ve sıcak ilgileri ile güler yüzleri, bizim uçuş fobimizi bir nebze de olsa hafifletmiş, üzerimizdeki gerginliği azaltmıştı..
Normal kalkış saatinden 30 dakikalık bir gecikme ile hareket etti uçağımız. Kaptan  pilotumuzun şiirsel  bilgilendirme ve uyarılarının ardından görevliler  hızlı hareketlerle kahvaltılık yiyecek ve içecek ikramında bulundular. Kahvaltı atıkları daha toplanmadan içecek servisine başladılar. Güler yüzlü hostesler öylesine içtenlikle servis yapıyorlardı ki en çekingenler bile kendi evlerindeki rahatlığı hisseder gibiydiler.
Hostesler önce günün  mönüsü ile siyah küçük bir çanta içerisinde bir çift çorap,  uyku gözlüğü, kulak tıkacı, terlik, yastık -battaniye, diş fırçası ve diş macunu dağıttılar. Böylece yolcular daha konforlu bir yolculuk için donatılıyorlardı.
Bir de Amerikan Hükümetinin buraya giden her yolcunun doldurmasını istediği bir anket formu dağıttılar.
Amerika, kimi Ortadoğu ülkelerinden kalkan uçakları kabul etmediğinden İstanbul’dan kalkan Miami uçağının büyük bir bölümünü bu ülkelerin vatandaşları oluşturuyordu. Türklerin dışındaki tüm yabancı uyruklular, hosteslerin sunduğu ikramlardan ziyadesiyle memnun kaldıklarını tüm ikramları silip süpürmelerinden ve ardından yeni taleplerde bulunmalarından belli ediyorlardı. Hostesler ise her istenileni yüzlerindeki gülücüğü eksiltmeden büyük bir içtenlikle sunuyorlardı. Çok geçmeden Rus yolcular alışkın oldukları Rus votkası yerine Fransız şaraplarını içerek  uyuma moduna geçmiş, ellerini kollarını kontrol etme yetilerini yitirip horul horul horuldamaya başlamışlardı bile.
Jetlak olma riskine karşı uçağın perdeleri kapatılıp ışıkları söndürüldükten sonra, yolcular ister istemez kapanan gözleriyle saatlerce okyanusun üzerinde hiç kara parçası olmadan uçmanın akıllarına takılan yönlerini kafalarından atmaya çalışıyorlardı.
Koltuğun önündeki ekrandan uçağın rotasını, bulunduğu mevkii, yerden yükseklik ve hız bilgileri veriliyordu. Derken  Kaptan pilot Miami’ye yaklaşmakta olduğumuzu inişe geçtiğimizi açıkladı, uçağın ışıkları açıldı, hostesler yeniden ikram servisine başladılar. İkramın ardından Miami havaalanına indik. Pasaport kontrol noktasına geldiğimizde inanılmaz bir kuyrukla karşılaştık.
Uçakta doldurulmak üzere dağıtılan anket formuna  ilaveten bir form daha verdiler. Doldurup saatlerce kuyrukta bekledikten sonra görevlilerin mesailerinin bitim saatine az bir süre kala nihayet alandan çıkabildik.
Alanda bizi bekleyen güzeller güzeli Ayşe ve Beren ile karşılaşmamız coşkulu bir kucaklaşma, sarılma ve koklaşmayla mutluluk tablosunun değişik bir versiyonunu  oluşturdu.
12 saatlik konforlu uçak yolculuğundan sonra saatlerce kuyrukta beklemek ulusal hava yolları şirketimizin modern ve çağdaş kaliteli hizmetinin yanında, dünyanın en modern ülkesine değil de bir Ortadoğu ülkesi havaalanına geliyormuşuz izlenimi bıraktı.

11 Ağustos 2017 Cuma

İlhami NALBANTOĞLU "ARKADAŞIM KERTENKELE“ - Neredesin Arkadaşım Kertenkele?

ARKADAŞIM KERTENKELE
Amerika, dünyanın en büyük, en modern, en zengin, en çağdaş ülkelerinin başında geliyor. Böyle olmasına karşın bu ülkede yaşayan insanların tümünün, mutlu, huzurlu, müreffeh, sorunsuz olduğunu söyleyebilmek mümkün değil.
Son otuz yılda  maddi olarak zenginleşen, kaynakları gün geçtikçe artan ülkelerde insanların giderek yalnızlaştığını, kimi yerlerde adeta toplumdan izole olduğunu görüyoruz. Bu durum öylesine bir hızlı gelişme gösterdi ki kimi çevreler bunu “Yalnızlık Çağı” olarak nitelendirmeye başladılar.
ABD’de bulunduğumuz süre içerisinde bu durumun öylesine somut örneklerine tanık olduk ki, bu konuya değinmeden geçmenin bir eksiklik olacağını düşündük.
Yalnızlığın yaşı, statüsü, etiketi, milliyeti, ırkı, dini, rengi yoktur. Bunun bir yaradılış sorunu, yetişme tarzı, çevresel etkiler, kişilik sorunu, yaşanılan olaylarla ilintili olduğu bilinmektedir.
Çok kalabalık bir ortamda yaşıyorsunuz, gerek işiniz gerek eviniz her türlü sosyal tesislerle donatılmış. Yüzme havuzundan, spor alanlarına kadar her şey var. Bunlar yetmiyormuş gibi internet denilen dünyanın son harikası elinizin altında. Çevredeki, sinemalar, tiyatrolar, alış-veriş merkezleri, eğlence yerleri sizi tatmin etmiyor. Tüm bu kalabalıklar içinde kendinizi izole edilmiş hissediyorsunuz. Bunu diğer insanlardan kopma, mutsuzluk ve çaresizlik hissi de tetikler.
Batılı insanların karşıdan gelen insanlara en azından bir “Günaydın, iyi günler” gibi sözcükleri gülümseyerek söylediklerini örnek olarak çok abartılı bir biçimde ön plana çıkarıldığını düşünüyoruz. Buradaki gözlemlerimizde bu yaklaşımın içten ve samimi bir özellik taşımadığını, bir adım geçtikten sonra gerçek dünyasına döndüğünü ve bunun yüzüne derin çizgilerle yansıdığını şaşkınlık gözlemledik. Bunun aynı zamanda, yalnız insanların yalnızlıklarını gizlemek için sığındıkları bir perde işlevi gördüğü kanısına vardık. Araştırmacılar, Amerika da yaşlılarda yalnızlık oranının yaklaşık %17 civarında  olduğunu, evlenmemiş, sağlık sorunları olan, eğitimsiz, işlevsel bozukluğu ve ekonomik sorunları olan, evde yalnız yaşayan yaşlılarda bu hissin daha yoğun olduğunu belirlemişler.
O da öyle birisiydi,  Amerika’nın önemli kentlerinden birinde yaşıyordu. İyi bir eğitim almıştı, iyi bir işi vardı, çok güzel ve kalabalık bir site de yaşıyordu. Arabası ile her gün erkenden işine gidiyor, iş çıkışı yolunun üzerindeki marketten günlük ihtiyaçlarını alıp evine dönüyordu.
İşinde çok başarılıydı, çevresindeki insanlarla iletişimi iş konularının dışına taşmıyordu. Kişisel bilgilerini kimseyle paylaşmıyor, kendisine yakınlık gösteren çalışma arkadaşlarını kırmadan, incitmeden devre dışı bırakmayı iyi ayarlıyordu.
Çalıştığı yerde ona yakınlık gösteren bayan arkadaşlarını bile, “arkadaşım var” diyerek reddediyordu.
Onun bu halinden yakın çevresinden kimsenin bilgisi yoktu. Bunun yaşadığı  hüsranla sonuçlanan bir aşktan mı yoksa çocukluk döneminde başından geçen bir travmadan mı kaynaklandığı konusunda bir bilgi yoktu.
Evine dönmeden uğrayabileceği, sohbet edebilecek arkadaşlar bulabileceği mekanlar olmasına karşın yalnız kalmanın iksirine kaptırmıştı kendisini.  Evcimen birisiydi,  varsa yoksa evim diyor, evine kapanıyor, yalnızlık şerbetinin şarhoşu olmayı yeğliyordu. Eve gelir gelmez soyunuyor, duşunu alıyor, daha hafif ve rahat giysiler giyiyordu.
Yaşadığı site her türlü sosyal olanağa sahipti. Ancak o yüzme havuzunda vakit geçirmeyi yeğliyordu. Yüzse de yüzmese de havuza gidiyor, bir şezlonga uzanıyordu.
Her gün  aynı yerde, aynı şezlonga oturmaya mecburmuş gibi hissediyordu kendisini. Bunu bir alışkanlık haline getirmişti, derin hülyalara dalmak onun yaşam tarzı olmuştu adeta.
Günler böylece gelip geçiyordu, bir gün gene aynı konumdayken, ayağının dibinde bir kertenkele gördü. Kertenkele kafasını kaldırmış gözlerini onun gözlerinin içine dikmiş bakıyordu. Öyle kalakaldı, biliyordu en ufak bir hareket yapsa kertenkelenin kaçacağını. Yapmadı, kertenkele de kaçmadı. Bakışlarının esiri olmuştu adeta,  çünkü bu yaşına kadar kimse onun gözlerine öyle bakmamıştı. Bir süre öylece beklediler,  kimse gözünü kaçırmadı.
Çevreden gelen bir çıtırdı yüzünden kertenkele birden irkildi, keskin hareketleriyle  sesin geldiği yere baktı. Tehlike’nin geldiğini fark ettiği için olsa gerek bir anda yerinden fırlayıp demir parmaklıkların arasından ormana girip kayboldu.
Kertenkelenin gözlerine bakarken daldığı hayallerinden uyanmak istemiyordu, bir süre öylece bekledi, belki gelir diye, gelen giden olmadı. Ama artık onu her gün oraya götüren bir nedeni vardı. Aynı zamanda  o kertenkele yüreğindeki boşluğu doldurmuştu. İnsanlarda arayıp da bulamadığı ilgiyi bir başka canlıda bulmuştu. Sonraki günlerde aynı yere, aynı şezlonga gitmeyi hiç ihmal etmedi.
Günlerce devam etti bul hal, gerçi oradan pek çok kertenkeleler gelip geçti ama, hiçbiri onun gibi  bakmadı. O bakış içini ısıtmıştı, beklediği bakış oydu, onu çevresinde bulamıyordu, soruyordu!..
“Neredesin Arkadaşım Kertenkele?”

9 Ağustos 2017 Çarşamba

"21 ŞUBAT 1918 AHLAT", Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı (AKSAV)

         21 ŞUBAT 1918 AHLAT
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı (AKSAV)
  13. Yüzyıl Türk-İslam dünyasının en gelişmiş, en uygar kentlerinden biri olan Ahlat, 300.000’e varan nüfusu ile döneminin dünyadaki sayılı kentlerinden biri durumundaydı. Tarih süreci içerisinde üstlenmiş olduğu misyon gereği olarak “Kubbet-ül İslâm” unvanı ile taçlandırılmıştı. Günümüz Türkçe’si ile İslam’ın Kubbesi anlamını taşıyordu. Bir başka ifade ile İslam’ın doruk noktasında yaşandığı ve yaşatıldığı yer.Ahlat, o dönemin muhteşem tarihi ve kültürel zenginliğini günümüze kadar taşıyabilmiş ender yelerden birisidir.
            Tarihi belgelere göre M.Ö. 3000 yıllarında kurulduğu anlaşılan Ahlat,  Türklerin Anadolu’yu yurt edindikleri döneme kadar pek çok değişik kavimlere ve uygarlıklara beşiklik etmiştir.  Özellikle Selçuklular döneminde çok parlak bir misyonu üstlenmiştir.  Dana sonra Osmanlılar döneminde “Ata Yadigarı Şehir” olarak adlandırılmış ve Osmanlı Padişahları tarafından büyük iltifat görmüştür.
Ahlat, üstlenmiş olduğu bu müstesna misyonu ile hemen hemen tarihin her döneminde stratejik konumundan ötürü tüm egemen güçlerin gözdesi olma özelliğini sürdürmüştür. Bu nedenle pek çok kereler el değiştirmiş, pek çok kereler işgal edilmiştir ve pek çok kereler yakılıp yıkılmaktan kendini koruyamamıştır.
BU SALDIRI VE İŞGALLERİN SONUNCUSU
1915-1916 tarihindeki Rus-Ermeni istilasıdır.Geçmişte pek çok kereler olduğu gibi bu dönemde de  tarihinin en acımasız katliamına ve talanına maruz kalmaktan kurtulamamıştır.
             Dönemin Rus İmparatoru Çar Deli Petro’nun sıcak denizlere ulaşma hedefi şeklindeki vasiyetini yerine getirmek isteyen Rus kuvvetleri hızla Anadolu’yu işgal etmeye başlamışlardı. İşgalci güçlerin Rus Kumandanı General Şarpantiye, Adilcevaz’ı işgal ettikten sonra Ahlat’a doğru ilerliyordu. Şarpantiye, 3’üncü Rus Maverayibaykal Kazak Livası’nı da güçlerine katarak  Ahlat’a doğru ilerlemeye başlamıştı.  Ruslar bu taarruza yaklaşık olarak 36 süvari ve Kazak bölüğü ve 22 topla başladılar. Bunlara ek olarak 3’üncü Maverayibaykal Kazak Livası da dahil edilmişti.
Rus işgal kuvvetlerinin 3’üncü Maverayibaykal Kazak Livası Adilcevaz cephesinden taarruz ederken, Kafkas Süvari tümenleri de Malazgirt yönünden gelerek  Ahlat’ı kuşatmışlardı. Takvimler  29 Haziran 1915’i gösteriyordu. Dönemin askeri ve stratejik koşulları  Ahlat’ın savunması için ancak 2 Taburluk bir kuvveti ayırabilmişti. Bu birlik, Rus askerleri karşısında fazla bir direnç gösteremeyeceği düşüncesiyle askeri bir strateji olarak kenti terk etmeyi tercih etmişti. Bu manevra ile büyük zayiat vermenin önüne geçilmişti. Ancak, olanakları kenti terk etmeye uygun olanların dışında kalan yoksul ve fakir Ahlat halkı, Ahlat’a gelene dek işgal edilen her yöremizde olduğu gibi Ermeni ve Rus katliamından nasiplerini  almaktan kurtulamamışlardı.
            O günleri yaşayan bir vatandaşımız maruz kalınan bu acımasız katliamı şöyle dile getiriyordu. “İşgal sırasında gücümüz elverdiğince çarpışıyorduk. Rus askerleri ve Ermeni çeteleri haince, hunharca ve acımasızca Kent’te karşılaştıkları herkesi kesip kurşuna diziyorlardı.”
Ahlat’ın işgalinden kısa bir süre sonra Türk Komutanı Abdülkerim Paşa, 3’ncü Ordunun sağ cenahı ile Ruslara karşı taarruza başladı. Abdülkerim Paşa karşısında tutunamayacaklarını anlayan işgal kuvvetleri, 24 Temmuz akşamı Ovakışla’dan başlamak üzere karanlıkta Ahlat’ı terk ederek Adilcevaz’a doğru geri çekilmek zorunda kalmışlardı. 24 Temmuz 1916 akşamı Ahlat’ı terk eden işgalci  düşman kuvvetleri, kin ve nefret duygularını dizginleyemiyor ve  4 Şubat 1916 tarihinde Chernozubov komutasında bir kez daha Ahlat’a saldırarak, ikinci defa  işgal ediyorlardı.
            8 Ağustos 1916 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 2’nci Orduya bağlı 16’ncı Kolordunun 8’inci Tümeni tarafından Bitlis düşman işgalinden kurtuldu. Mustafa Kemal’in ileri taarruz emri vermesi üzerine 8’inci Türk Piyade Tümeni ve milis halk tarafından taarruza devam edilerek Rahva Ovası’na kadar düşman kovalandıysa da daha ileriye gidilemedi.
Tarih durağan bir periyot değil, yaşayan bir süreç ve ne zaman ne olacağını  kestirmek mümkün değil. Hiç beklenmeyen bir anda Rusya’da meydana gelen ihtilal, bir anda her şeyi tersine çeviriyor ve Ruslar palas pandıras pıllarını pırtılarını toplayarak alel acele Rusya’nın yolunu tutuyorlardı. Böylece Sovyet Blokunun sıcak denizlere açılma hevesi de kursaklarında kalıyordu. Türk birlikleri de bunların peşine düşüp kovalıyordu. Ancak geri çekilirken de ellerinden gelen ne varsa geri koymuyor, yapabildikleri en acımasız katliamlarına devam ediyorlardı. Tatvan’la Ahlat arasındaki Zığak   Köyü (Sarıkum) o tarihlerde Ahlat’a bağlıydı, Tatvan’da Ahlat’a bağlı bir köydü buradaki vahşet unutulacak gibi değildi. Ermeniler tarafından yerlere ucu sivri demir kazıklar çakılmış, başta hamile kadınlar olmak üzere, kadın, çocuk, kız ve yaşlı demeden insanlar karınları üzerine bu kazıkların üzerine atılmışlardı. Kazıklar birçoklarının karınlarından girmiş, sırtlarından dışarı çıkmıştı. Bu vahşet, tarihin kanlı sayfalarındaki yerini alıyordu böylece.
İşgal sırasında Ahlat’ın Kırklar Mahallesinde mahsur kalan 18 Türk Askerini Satı Kadın adındaki bir kahraman kadın pratik zekası ile azgın Rus askerlerinin saldırısından kurtarmayı başarmıştı.

29 Haziran 1915 tarihinde başlayan kabus,  2 yıl 17 gün sonra 21 Şubat 1918 tarihinde sona eriyordu.  Tarihin her döneminde paylaşılamayan bir sevgili konumunda olan güzel Ahlat kurtuluyordu…

7 Ağustos 2017 Pazartesi

"CEMİLE", İlhami NALBANTOĞLU (REFERANS & KAYNAK: Av. Erbabi BAYINDIR)

CEMİLE
Av. Erbabi BAYINDIR
İlhami NALBANTOĞLU
Sıcak denizlere ulaşacağım diye, ipini koparmış azgın bir boğa gibi kontrolsüz bir biçimde her yere saldırıyor, önüne gelen her şeyi yerle bir edip insanları öldürüyor, kentleri yakıp yıkıyor, adım adım Akdeniz’e doğru ilerliyordu.
İşe  Kafkasya’dan başladı, zulmünden panik içinde kaçmaya çalışan binlerce insan, göç ederken her türlü engel ile karşılaşmanın sonucu binlerce insan ölüme giderken, geride kalanların büyük bir kısmı da Aras’ın, Çoruh’un azgın sularında boğularak yaşamlarını yitiriyorlardı. Geride anasız babasız çocuklar, yaşlılar, sakatlar, yararılar kalıyordu.
Rus ordusu, Kars’tan başlayarak Erzurum, Ağrı, Varto, Malazgirt, Muş, Erciş, Adilcevaz, Ahlat’a doğru her yeri yakıp yıkarak ilerliyordu. İnsanlar, bu vahşi, hunhar katliamlara maruz kalmamak için, şaşkın, çaresiz, umutsuz bir halde ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ekonomik gücü uygun olanlar tehlikeyi sezer sezmez kendilerini güvenli bölgelere atıyorlardı. Kafileler oluşuyor, hep birlikte, bin bir türlü meşakkatle günler süren bir maceraya atılıyorlardı.  Gidecekleri güzergahta kendilerini doğanın acımasız koşullarına bırakmanın yanında, yollarını kesen eşkiyalar ve vahşi hayvanlarla da mücadele etmek durumunda kalıyorlardı.
Bu saldırı ve işgallerin sonuncusu 1915-1916 tarihlerindeki Rus istilasıydı. Bu dönemde Ahlat, geçmişte pek çok kereler olduğu gibi, tarihinin en ağır, en acımasız katliamına maruz kalmaktan kurtulamıyordu.
Dönemin Rus İmparatoru Çar Deli Petro’nun sıcak denizlere ulaşma hedefi şeklindeki vasiyetini yerine getirmek isteyen Rus kuvvetleri hızla Anadolu’ya girmişlerdi. İşgalci güçlerin Rus Kumandanı General Şerpantiye, Adilcevaz’ı işgal ettikten sonra Ahlat’a doğru ilerliyordu. Şerpantiye, 3’üncü Rus Maverayibaykal Kazak Livası’nı da güçlerine katarak Ahlat’a doğru ilerlemeye başlamıştı. Ruslar bu taarruza yaklaşık 36 Süvari ve kazak Bölüğü ve 22 topla başladılar. Bunlara ek olarak 3. Maverayıbaykal Kazak Livası da dahil edilmişti. Bu kuvvetler Adilcevaz Cephesi’nden taarruz ederken, Kafkas Süvari Tümeni Malazgirt yöresinden gelerek Ahlat’ı kuşatmıştı. Takvimler 29 Haziran 1915’i gösteriyordu.
Dönemin askeri ve stratejik koşulları Ahlat’ın savunması için ancak 2 Taburluk  bir kuvveti ayırabilmişti. Bu birlik, azgın, gözü dönmüş Rus birlikleri karşısında fazla bir direnç gösteremeyince, askeri ve strateji olarak kenti terk etmeyi tercih etmişti. Bu manevra ile büyük zayiat vermenin önüne geçilmişti. Ancak, olanakları kenti terk etmeye uygun olanların dışında kalan yoksul ve fakir Ahlat halkı, Rusların Ahlat’a gelmesine kadar işgal edilen her yöremizde olduğu gibi  eşkiya ve Rus katliamlarından da nasiplerini almaktan kurtulamıyorlardı.
O günleri yaşayan bir Ahlatlı hemşehrimiz, maruz kaldıkları bu acımasız katliamı şöyle dile getiriyordu: “İşgal sırasında gücümüz elverdiğince düşmanla çarpışıyorduk. Rus askerleri ve dağlardaki çeteleri haince, hunharca ve acımasızca Kentte karşılaştıkları herkesi kesip kurşuna diziyorlardı.
Günlerce süren katliamlarından ardından harabeye dönmüş, yakılmış yıkılmış bir Ahlat, binlerce ölü, yaralı ve binlerce ailesini kaybetmiş, öksüz ve yetim çocuk kalıyordu. İşgal kuvvetlerinin hedefi artık daha ileriki yerleşim yerlerinde aynı vahşeti tekrarlamaktı.
Ahlat’ta büyük bir dram yaşanıyordu, aç susuz kalan insanlar, işini gücünü kaybetmiş esnaf, anasını babasını  ve tüm akrabalarını kaybetmiş çocuklar ve yaşlılardan başka kimsecikler kalmamıştı. Bu durumu görüp yardıma koşan  bazı varsıl aileler gelip burada kimsesiz çocuklardan gözlerine kestirdiklerini alıp götürüyorlardı. Kimi aldığı çocuğu nüfusuna geçiriyor, okula veriyor, iş güç sahibi yapıyordu. Kimi ise aldığı çocuğu evinin ya da ailesinin hizmetlerini gördürmek için kullanıyordu.
Ahlat’ın binlerce öksüz ve yetim kalan çocuklarından biri de güzeller güzeli, kadersiz  Cemile idi. Cemile bir akrabasının yanına sığınmıştı. Yokluk ve kıtlık içinde kalan her aile gibi iaşe ve  ibate aşılması mümkün olmayan bir sorun olarak ortaya çıkıyordu. Bu nedenle çoğunlukla aileler kimsesiz kalan çocukları varsıl ailelere vererek yüklerini hafifletmeye mecbur oldukları için bu yolu tercih ediyorlardı. Cemile de bu durumun farkındaydı ve yanlarında kaldığı aileye yalvarıyordu. “Nolursunuz, beni başkalarına vermeyin, ben hiç yemek yemem, yeter ki siz beni kimseye vermeyin.”
Ne var ki, tablo Cemile’nin düşündüğünden daha da ağırdı, ve yalvarıp yakarışları sonucu değiştirmemişti. İstanbul’dan gelen ve asker olduğu anlaşılan bir kişi Cemile’nin tüm itirazlarına karşın onu alıp İstanbul’un yolunu tutmuştu. Kader ağını örmüş, Cemile sonu belli olmayan bir meçhule doğru çok sevdiği memleketinden, akrabalarından, çocukluğundan  koparılıp alınmıştı.
Zaman akıp gidiyordu, tarih denilen çark dönüyor, yeni olaylar, yeni gelişmelerle insanların önüne yeni tablolar seriyordu. 25 Haziran 1919 tarihinde Ahlat’ı işgal eden Ruslar, ülkelerinde meydana gelen beklenmedik olaylar nedeniyle, sıcak denizlere ulaşma hedeflerini başka baharlara saklayarak, rafa kaldırıp 21 Şubat 1918 tarihinde önce Ahlat’ı terk edip, aşama aşama ve kök kös çıktıkları yere dönüyorlardı.
Fransızlara göre Allah’ın Türklere bahşettiği ve Türklerin de ona minnettar oldukları bir dahi ortaya çıkıyor, ülkeyi işgal eden düşmanları bir bir vatan topraklarından kovup Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuruyor. Dünya  sahnesine giren bu yeni Cumhuriyet, tüm dünyanın takdirini kazanıyor. Mustafa Kemal Atatürk Başkanlığındaki  Türkiye Cumhuriyeti Devleti kısa sürede kendini toparlıyor, reformlar yeni adımlarla dosta düşmana karşı parlayan bir yıldız halini alıyordu.
Devlet olmanın gereği ile normal bir vatani görev süreci başlıyor. Her Türk  genci ve vatandaşı vatani görevini zevkle ve şevkle yerine getirmek için can atıyordu. Ahlat’ın güçlü, kuvvetli, taşı sıktığında suyunu çıkaracak kadar heybetli genci Çelebi, vatani görevini yapmak üzere İstanbul’a gönderiliyordu. Söz konusu İstanbul olunca geçmişte yaşanan travmadan sonra hala yaşamakta olan ailenin fertlerinin aklına Cemile geliyordu. Çelebi’ye sıkı tembihliyorlar yıllar evvel Cemile’yi İstanbul’da bir aileye vermiştik, ne yap , ne et Cemile’yi arayıp bul. Hiç kuşkusuz bazı ipuçları  ve detayları da veriyorlar Çelebiye.
Çelebi, aldığı bu detaylar doğrultusunda, İstanbul’da bazı arayışlara girişiyor, bazı kişilere ulaşıp bilgiler alıyor. Bu bilgiler doğrultusunda bazı görüşmeler yapıyor, sonunda sonradan İstanbul’a gelen benzer kişilerle görüşmeler yapıyor. Bir gün Kadıköy’de bir pastanede otururken akrabalarından bir bayana tıpa tıp benzeyen bir bayanla karşılaşıyor. Soruyor:
-Hanımefendi, ben sizi bir akrabama benzetiyorum. Çok benziyorsunuz, bu kadar benzerlik şaşkınlık yaratıyor. Siz nerelisiniz, adınız nedir?  Cemile yanıtlıyor:
-Benim adım Cemile, ben Doğu’dan bir yerden gelmişim ama geldiğim yerin adını bilmiyorum.
-Peki, tarif eder misin nasıl bir yerdi memleketiniz?
-Bizim evden deniz görünüyordu, evimiz yeşillikler içindeydi. Başka bir şey hatırlamıyorum.
-Peki babanızın adını, ya da annenizin adını hatırlıyor musun?
-Babamın adı İhsan, annemin adı da Gülizar’dı.
-Benim Amcamın adı da İhsan’dır. Eşinin adı ise Gülizar’dır.
Bu konuşmanın ardından Çelebi, akrabasını bulduğu kanısına vararak durumu Ahlat’taki ve Ankara’daki akrabalarına bildiriyor. Ankara’dan birkaç akraba İstanbul’a giderek Cemile ile görüşüp, yıllar sonra kavuşmanın hasretini gidermeye çalışıyorlar. Cemile’nin hazin durumuna üzülüyorlar.
Cemile’yi İstanbul’a getiren aile, ne Cemile’yi evlat edinmiş, ne okutmuş, ne de soy isimlerini vermiş. Cemile’yi bir temizlik işçisi olarak yıllarca tepe tepe kullanmışlar.  Varsıl olan bu ailenin evlerinde çamaşır makinesi olmasına karşın, Cemile’yi her gün aralıksız çamaşır yıkamaya mahkum etmişler. Hiçbir sosyal  hakkını vermeden isimsiz, bir kürek mahkumu gibi kullanmayı içlerine sindirebilmişler.
Ankara’dan giden Akrabaları bu duruma çok üzülmüş, bir an evvel Cemile’yi bu işkenceden kurtarmak için girişimlerde bulunmuşlar. Yılların birikiminin Cemile üzerinde oluşturduğu bu alışkanlık ve çevresine olan uyum ikinci bir alternatife izin vermemiş. Seni Ahlat’a götürelim, hiç olmazsa ömrünün kalan bölümünü orada gönlünce geçir, önerilerine de Cemile sıcak bakmayınca  durumun devamına karar verilmiş.
Cemile, İstanbul’daki yaşamına devam ederken akrabaları onu yalnız bırakmamış, arayıp sormuş, zaman zaman ziyaretine giderek yaşamış olduğu travmayı unutturmaya çalışmışlar.
Zaman gelmiş, Cemile Allah’ın ona bahşettiği ömrü tamamlayarak ebedi aleme intikal etmiş ancak, Ahlat’ın tarihinde yeri olan binlerce çocuğun acı dramı Cemile ile geleceğe taşınacak bir belge olarak tarihin sayfalarındaki yerini almış.
Kaynak: Av. Erbabi BAYINDIR

29 Temmuz 2017 Cumartesi

"BİTLİS PLATFORMU" Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Ankara’da "Bitlis Platformu" Toplantısı Düzenledi.

BİTLİS PLÂTFORMU

Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın Ankara’da düzenlediği “Bitlis Platformu’na hemşehrilerimizce gösterilen büyük ilgi ve katılım yanında konuşmacıların Bitlis’in ve Bitlislilerin sorunlarına yaklaşımları, çözüm önerileri her kesimi memnun ettiği gibi takdir topladı.
Vakfın bu başarılı çalışmalarından dolayı Yönetim Kurulu Başkanı Sayın İlhami Nalbantoğlu’nu tebrik ediyor, teşekkürlerimle birlikte bu tür çalışmalarının devamını diliyorum.
Bitlis Platformu’na katılımlarıyla onur veren ve yaptığı açıklamalarla Bitlis’in ve Bitlislilerin sorunlarını çok iyi bildiğini gördüğümüz Bayındırlık ve İskan Bakanı Sayın Zeki Ergezen’e önce teşekkür ediyor ve başarı dileklerimizi sunuyorum. Bitlis’in sorunlarına yaklaşımındaki samimiyetiyle de bizlere moral verdiğini “Ben Ahlatlıyım, Ben Hizanlıyım, ben Tatvanlıyım demek yerine Ben Bitlisliyim, Ben Türkiyeliyim” şeklindeki konuşmasıyla da halkımızın takdirlerine mazhar olduğunu açıklamak istiyorum.
Bitlis’in il içi ve köy yolları, Tatvan-Ahlat-İran demiryolu, Bitlis Havaalanı, Göl ulaşımı ve deniz otobüsleri, ilköğretim ve lisilerimizdeki öğretmen, ders araç-gereç ihtiyacı, Bitlis Üniversitesi, özelleştirme kapsamına alınan Bitlis Sigara Fabrikası, sit alanı içinde kalan evlerimiz, halkımızın konut ihtiyacı ve toplu konut projesi, bürokratlarımızın yükselme ve atanmaları, halkımıza aş ve iş gibi sorunların gündeme getirildiği, çözüm ve önerilerle çare arandığı bu toplantıda, görüş öneri ve deneyimlerinden yararlanmak üzere konuşmalarını iszediğimiz bir kısım hemşehrilerimiz, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın tutanaklarını kitap olarak yayınladığı zaman bunları hepimiz tanıyacağız.
Bu tür toplantılarda Bitlis ve Bitlisliyi seviyorsanız lütfen konuşmalarınızı orada konuşma yapanlar düzeyine çıkarınız.
Mesela; Türkiye Vergi Rekortmeni BETAV’ın Yönetim Kurulu Başkanı, Türkiye’nin büyük işadamlarından değerli hemşehrimiz Sayın Cemil ÖZGÜR Bey’in Bitlis Milletvekili Sayın Abdurrahim AKSOY Bey’in, Bitlis milletvekili Sayın Vahit KİLER Bey’in, Bitlis’in yetiştirdiği Türkiye ve Avrupa düzeyinde çok değerli işadamı, BETAV’ın İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı kıymetli hemşehrimiz Sayın Ahmet EREN Bey’in daha söyleyebileceğimiz onlarca hemşehrimizin konuşmalarını örnek alınız. Zamanın elvermemesi nedeniyle toplantıda tartışalamayan birkaç konu hakkında kısaca görüşlerimizi açıklayalım.
Hidroelektrik santralı Bitli dere ve çay sularının birleştiği Ağaçköprü-Avavakfe, Sarıkonak-Narlıdere yerleşim merkezlerinin uygun görülecek merkezlerinden uygun görülecek bir yere yapılacak bir barajla suların enerji üretimine dönüştürülmesi yolları araştırılmalı, yapılacak baraj ve hidroelektrik santralının karlılığı, kısaca fizıbıl olup olmadığı incelenmeli ve projenin karlılığı halinde bu yatırımın finansmanı için Dünya bankası veya diğer uluslararası finans kuruluşları kaynaklarından yararlanma yolları aranmalıdır.
Sayın Valimizin bu önerimize sıcak bakacağını en azından bu konuda bir fizibilite raporu yaptıracağına inanmaktayız.
Oldukça zengin madensuyu, içme ve kaplıca kaynaklarına sahip olmamıza rağmen modern anlamda bir tesis bulunmadığından bu değerli Varlıklarımızdan istenilen ölçüde verim elde edilememektedir. İş adamı ve girişimcilerimizin dikkatlerini bu kaynaklarımıza çekmek istiyoruz. Herhangi bir pazar sorunu olmayan bu kaynaklarımızın yerlerini, özelliklerini, debilerini ve her türlü teknik verileri sunabilecek yetişmiş elemanlarımız bulunmaktadır.
Kamuya hizmet sunan bürokratlarımızın sorunlarına da değinmek istiyoruz. Çok çalışkan, değerli, bilgi birikimi ve deneyimleri yüksek dürüst hemşehrilerimiz kamudaki çeşitli kurum ve kuruluşlardaki görevlerde ülkemize hizmet etmektedirler. Bireysel beceri ve yetenekleriyle belirli bir düzeye gelebilmeyi başaran bu hemşehrilerimizin daha üst görevlere çıkabilmeleri için mutlaka desteklenmkelidirler.
Bilinmelidir ki ülkemizde veya dünyada üst düzey yönetici olabilmek için bazı jobilerin desteğini almak gerekiyor. Ayrıca bir bilgiye, beceriye gerek yoktur.
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı, 5 Nisan 2003 tarihinde, her kesimin katılımıyla gerçekleşen  “Bitlis Platformu” adındaki toplantıyı yapmakla bir ilke imzasını atmıştır. Tüm sorunlar masaya yatırılmış, çözümler dile getirilmiştir. Toplantıya katılım sağlayan ve en samimi duygularını, görüşlerini sergileyen konuşmacıların, dile getirdikleri, söz verdikleri, taahhüt ettikleri hususlara uyacakları konusunda en küçük bir kuşkumuzun olmadığını belirtiyor. Emeği geçen, destek veren herkesi yürekten kutluyoruz…

"BİTLİS’TE TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ SEMPOZYUMU" ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ VE BİTLİS EREN ÜNİVERSİTESİ’NİN DÜZENLEDİKLER 12-14 MAYIS 2016 TARİHLERİNDE GERÇEKLEŞTİRİLDİ.

"BİTLİS’TE TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ SEMPOZYUMU"
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ VE BİTLİS EREN ÜNİVERSİTESİ’NİN DÜZENLEDİKLER  12-14 MAYIS 2016 TARİHLERİNDE BİTLİS’TE GERÇEKLEŞTİRİLDİ.

Çok sayıda bilim insanı, akademisyen ve araştırmacının katıldığı “Türk-Ermeni İlişkilerinin Bölgesel Politikalara Etkisi Uluslararası Sempozyumu” Bitlis Eren Üniversitesi Yerleşkesinde iki ayrı salonda iki gün süreyle eşzamanlı olarak gerçekleştirildi.
Türk-Ermeni ilişkileri, Bitlis’te yaşanmış olaylar geniş bir bakış açısıyla masaya yatırıldı, tarihi süreç içerisinde geçmişteki ve günümüzdeki durum ve geleceğe yönelik ortaya konulacak hedefler tüm yönleri ile ele alındı.
Atatürk Araştırma Merkezi’nin öncülüğünde 70 civarında bilim insanının beş gün süre ile ağırlandığı Sempozyum sırasında Bitlis Valiliği, Bitlis Eren Üniversitesi, Bitlis Garnizon Komutanlığı, Bitlis Emniyet Müdürlüğü, Yerel Yönetimler, Eren Holding başta olmak üzere özel sektör kuruluşları, Bitlis Eren Üniversitesi akademisyenleri, öğrencileri ve Bitlis Halkı, her zaman olduğu gibi Bitlis’e özgü geleneksel konukseverliğin en seçkin, saygın, nitelikli ve güzel örneğini sergilediler.

25 Temmuz 2017 Salı

İLESAM (İLMİ ESER SAHİPLERİ MESLEK BİRLİĞİ) CUMARTESİ SOHBETLERİ VE ŞİİR DİNLETİSİ “Anadolu’nun Kapısı Türkiye’nin Tapusu” İlhami NALBANTOĞLU

İLESAM (İlmî Eser Sahipleri Meslek Birliği) CUMARTESİ SOHBETLERİ VE ŞİİR DİNLETİSİ
“Anadolu’nun Kapısı Türkiye’nin Tapusu”
İlhami NALBANTOĞLU
İLESAM Ankara Şubesi tarafından düzenlenen “Cumartesi Sohbetleri ve Şiir Dinletileri” tüm hızıyla devam ediyor.  İLESAM Kültür Evi’nde aktüel konular konuşuluyor, şiirler okunuyor; sanata, kültüre dair anlar paylaşılıyor. 
İLESAM üyelerinden Rıfat Çakır’ın sunumuyla başlayan program Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı  Başkanı İlhami Nalbantoğlu’nun “Anadolu’nun Kapısı Türkiye’nin Tapusu” isimli konuşması ile sürdü.
Konuşmasını bir sunum eşliğinde gerçekleştiren Nalbantoğlu, Ahlat hakkında pek çok fotoğraf ve bilgi paylaştı.
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı  Başkanı İlhami Nalbantoğlu’nun sunumundan derlediğimiz bilgileri  sizlere aktarıyoruz:
“Tarihçiler tarafından “Oğuz Taifesi Şehri” diye adlandırılan ve Ortaçağ Türk İslam dünyasının en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri olan Ahlat, bu özelliğinden dolayı “Kubbe-tül İslam” adı ile de anılmıştır.
Bugün ise geçmişteki bu parlak döneminden dolayı Türkiye’nin “Tapu Senedi” olarak tanımlanan Ahlat, dünü günümüze bağlayan bir köprü görevi görmektedir.
Ahlat, Doğu Anadolu’da Van Gölü’nün kuzeybatı kıyısında Bitlis İli’ne bağlı 25.000 nüfuslu tarihi bir kenttir. Yüzölçümü 1044km.karedir. Eski adı Hilat olan Ahlat’ın eski kent merkezi 4,5 km. eninde 11 km. boyunda, yaklaşık 49,5 km. karelik bir alan üzerinde kurulmuş 9 mahalleden oluşuyordu.
Oya gibi süslenmiş anıt mezarların kimilerinin boyu 4 m.yi bulmaktadır. Temsil ettiği kişinin statüsü ile orantılıdır.
Roma, Med, Pers, Bizans gibi devletlerin hakimiyetinin yaşandığı, İslamiyet’in doğuşunu takip eden yıllarda bu dini yaymak için at koşturan Müslümanların fethetmek için kan döktüğü Ahlat, 1071 yılında büyük kumandan Alparslan’ın Bizanslıları bozguna uğratmasıyla Türklerin Anadolu’yu yurt edinmelerinde çok önemli rol oynamıştır.
Alparslan, Anadolu kapılarını Türklere açarken savaşa Ahlat’ta hazırlanmıştır. Bizans kuvvetleri  ile ilk çarpışmalar Ahlat’ın kuzey sırtlarındaki Sütey Yaylası mevkiinde başlamıştır.
Türklerin Anadolu’ya ilk geldikleri yıllardan itibaren sürekli yurt edindikleri bu merkezde Roma ve Bizans dönemleri de dahil olmak üzere her dönemden kalma değişik tarihi kalıntılara rastlanmaktadır.
Van Gölü’nün hemen kıyısında yapılmış olan bu kalenin yapımına Kanuni Sultan Süleyman zamanında başlanmış olup II. Selim zamanında bitirilmiştir (1568) Kalenin yapımında büyük sanatkar Mimar Sinan ve Zal Paşa’nın görevlendirildikleri belirtilmektedir. Kale, iç ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır.
1275 tarihinde yapılan Mahmut oğlu Hasan Aka Kümbeti şekil bakımından aynı özelliği taşımaktadır. Bunlardan başka Boğatay Aka Kümbeti 1281, Hüseyin Timur Kümbeti 1279, Mimar Kasım tarafından yapılmıştır.
Mevcut kümbetler içinde en zengin bezemeleriyle dikkatleri çeken Erzan Hatun Kümbeti 1377, Türk türbe mimarisinin en güzel örneklerindendir. Erzan Hatun Kümbeti’nin üzerindeki üstün nitelikli süsleme ve tezyinatın büyük olasılıkla bir bayana ait olmasından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Gövdesindeki kısa sütunlarıyla hareketli bir görünüme sahip olan Emir Bayındır Kümbeti 1481, özel şekliyle diğerlerinden farklı bir yapıya sahiptir.
Bayındır Padişah Kümbeti’nin dünyada bir benzerinin olmadığı düşünülmektedir.
Çevreye mistik bir görünüm ve eşsiz bir manzara veren bu kümbetlerin dışında, üzerlerinde ejder kabartmaları, geometrik ve bitkisel bezemeler bulunan, ait olduğu kişinin şahsiyeti ile ilgili bilgiler içeren, boyları 4 metreyi aşan binlerce mezar taşının bulunduğu mezarlıklar da vardır Ahlat’ta.
Bu mezarlıklardan en önemlisi ve en büyüğü Meydanlık Mezarlığı’dır. Bu mezarlıkta mezar taşlarından başka, mezar yapıları olduğu anlaşılan ve halk tarafından “akıt” adı verilen mezar odaları mevcuttur.
Bazılarında ise büyük ozan Yunus Emre’den deyişler bulunmaktadır:

“Yeryüzünde geze idim
Uğradım mirkatlar yatur
Kimi ulu kimi kiçi
Kimi yiğit kimi koca
Kimi vezir kimi hoca
Ançılayın çoklar yatur.”

Bunların dışında Bayındır Köprüsü ve darphane olduğu anlaşılan yapının kalıntıları, 13.yy.da dünyanın en büyük camilerinden biri olduğu anlaşılan “Ulu Cami”nin kalıntıları “Taşdirek” olarak adlandırılan “Bayındır Padişah”ın yazlık köşkü olduğu belirlenen yapının kalıntıları “çifte hamam” Ahlat’ta bulunan eserlerden bazılarıdır.
Ulu Cami bir ilkokul binasının altındaydı. Prof Dr. Halk Karamağaralı tarafından gün yüzüne çıkarılmıştır.
Ünlü gezgin Evliya Çelebi, Ahlat’ta 5 bin hamamın olduğunu yazmıştır. Ancak bu sayının abartılı olduğu anlaşılmaktadır. Fakat çok sayıda çifte hamamın kalıntılarına rastlanmıştır.
Ahlat’taki tarihi dokunun bu derece tahribata uğramasının bir başka nedeni de burasının deprem kuşağı üzerinde bulunmasıdır.Çeşitli zamanlarda oluşan şiddetli depremler, bu eserlerin büyük kısmını yerle bir etmiştir. Hatta bir keresinde oluşan büyük bir deprem sonrası binlerce kişi yaşamını yitirmiş, birçok eser yıkılmış; bunun üzerine depremlerden bunalan 12000 ailenin Kahire’ye göç ettiği halen burada “Ahlat Mahallesi” olarak bilinen bir semtin olduğu bilinmektedir. 
Buradan hareketle Ahlat’ın nüfusunun 300000 civarında olduğu, dönem itibariyle dünyanın en büyük kentleri arasında yer aldığı anlaşılmaktadır.
Ahlat, günümüzde tarihi geçmişi ile geleceğe ışık tutan, doğal ve turistik güzelliğiyle son yıllarda “Doğu’nun Bodrum’u” olarak tanımlanan bir kent haline gelmiştir.
Bu özellikleriyle geçmişte başta “Kubbet-ül İslam” olmak üzere “Ata Yadigarı Şehir” , “Oğuz Taifesi Şehri”, “Kadim Şehir”, “Tapu Senedimiz”, “Anadolu’da Türk Mührü”, “Doğu’nun Bodrum’u” gibi isimlerle taltif edilen “Anadolu’nun Kapısı, Türkiye’nin Tapusu” tanımlamasını da yukarıda sayılan diğer unvanları gibi fazlasıyla hak etmektedir.
Divriği Ulu Camii Türkiye’nin UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan ilk eserdir. Bu olağanüstü eserin mimarı Ahlatlı mimar Hürrem Şah’tır.
1960’lı yıllarda başlayan Ahlat kazıları halen devam etmektedir. Ancak çıkarılan eserlerin çoğunun yok olduğu üzücü bir gelişmedir.
Abdurrahman Gazi Türbesi Ahlatlı taş ustası Tahsin Kalender tarafından yapılmış tek son dönem eseridir.”
İlhami Nalbantoğlu, konuşmasını Ahmet Turan KAZGÖL’ün  Ahlat’ı anlatan “Ben” isimli şiiri ile sonlandırdı.

BEN 
Ben çağlar ötesinden
Akıp gelen bir selim,
Ben tarihle doğdum
Ben tarihle giderim.
Ben de kutsaldır toprak
Kazma vurma öyle bırak
Mihenk taşı ulamazsan
Bir de benim taşıma bak.
Ben Kubbe-t-ül İslam denen
Üç şehirden biriyim,
Ben asırların değil
Çağların eseriyim.
Ben hal’im, ben atiyim, ben maziyim
Ben Erzan  Hatun, ben Dede Maksut
Ben Abdurrahman Gaziyim.
Alparslan’ı Malazgirt’e ben yolladım
Ertuğrul’un Osman Bey’in beşiğini ben salladım.
Ben de güneş başka doğar
Benim yıldızlarım daha parlaktır,
Benim göklerim mavi
Mehtabım aktır.
Ben sabır taşıyım
Adımve tarihimdri saltanatım
Beni hala tanımadınız mı
Ben Ahlat’ım. 
Ahmet Turan KAZGÖL 

Kendisine yöneltilen soruları da cevaplayan İlhami Nalbantoğlu’na katılımlarından dolayı İLESAM Ankara Şube Başkanı Durak Turan Düz tarafından bir “Teşekkür Belgesi” takdim edildi.
Etkinliğin ikinci  yarısını oluşturan  Şiir Dinletisi, Rıfat Çakır’ın etkileyici sunumu ile gerçekleşti.
Murat Duman, Orhan Yüksel, Hanefi Işık, Orhan Vergili, Prof. Dr. Nurullah Çetin, İhsan Hökelekli, Bekir Yeğnidemir, Sevgi Yücebaş, Ali Kemal Parıldar, Muzaffer Karslı, Seyfettin Çoban, Hayrettin Gültekin, Sibel Unur Özdemir, Selahattin Dündar, Hüseyin Ünlü, Hatun Tülin Şenel, Necati Özdenkoş, Nurettin Gür Ozanoğlu, Ozan Sevdai, Devlet Aksoy, Kul Kemal, Sakine Hanım, Sevinç Doğancan Güven, İbrahim Yaman, Hicabi Koçak, Veli Zor, Aşık Şemsettin Güneş, Aşık Binali Kılıç, Aşık Yaşar Demiroğlu, Yücel Muş, Mahir Ünat, Kemalettin Kalkan, Bayram Yelen, Fatma Yangın Ekşioğlu, Meliha Sevilir, Hilmi Teke, Ali Kahraman, Hüseyin Gürsoy, Dursun Kaymak, Ozan Türkmeni ve Şakir Susuz etkinliğe katılan isimler arasındaydı.
Birbirinden değerli şairlerin ve halk ozanlarının katılımıyla şiirli, sözlü, sazlı dakikalar yaşandı İLESAM Kültür Evinde.
İLESAM Şiir Dinletilerimize şiire, sanata ve kültüre gönül veren herkesi- üyemiz olsun veya olmasın-bekliyoruz.Unutmayın!!!  

(HABER METNİ ve FOTOĞRAFLAR: 28 Kasım 2015-Sibel Unur Özdemir)

24 Temmuz 2017 Pazartesi

AHLAT MUTFAĞINDA KIŞ HAZIRLIĞI III

AHLAT MUTFAĞINDA 
KIŞ HAZIRLIĞI III
İlhami NALBANTOĞLU
13.Yüzyıl dünyasının önemli kültür, sanat, bilim ve ticaret merkezlerinden biri olan Ahlat, bu görkemli duruşu ve 300.000 nüfusuyla
“Kubbet-ül İslam” olarak tanımlanıyordu. Bu konumuyla  doğal olarak  zengin bir mutfak kültürüne de sahipti.
Ünlü gezgin Evliya Çelebi, gerek yöre mutfağı gerekse  Ahlat Mutfağı ile ilgili izlenimlerini ünlü eseri “Seyahatname”de etraflıca anlatmaktadır. Dönemimizin ve yöremizin ünlü bilim insanlarından Sayın Prof.Dr.Oktay Belli ve muhterem eşleri Sayın Sühran Belli Hanımefendi çifti de, Evliya Çelebi’nin bu izlenimlerini çağımızın değer yargıları ile farklı ve bilimsel bir yaklaşımla analiz ederek bilim dünyasına kazandırmaktadırlar.
Tarihi sürecin akışına koşut olarak, Anadolu’ya Ahlat’tan adımını atan Türk Ulusu, bununla yetinmeyip Avrupa’nın içlerine kadar giderek büyük bir imparatorluk olarak dünyanın kaderini belirleme misyonunu yerine getirmiştir.
Bu süreç içerisinde bir dönemin parlak kenti Ahlat,  zamanla önemini ve albenisini yitirerek eski konumundan uzaklaşmak durumunda kalmıştır.
300.000 gibi dünyanın sayılı en büyük kentlerinden biri olan Ahlat’ın nüfusu 3.000’lere kadar düşmüş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla yeniden bir toparlanma sürecine girmiştir.
1950’li yıllarda nüfusu 5.000’ler düzeyine çıkan Ahlatta doğal olarak eski parlak döneminden  pek çok kültürel objenin yanında  mutfak kültürüne dair izlerin de  tümüyle olmasa da yeteri kadar kalmadığına üzülerek tanık olmaktayız.
İşte tam da o yıllarda Ahlat’ta nalbantlık mesleğini yürütmekte olan Abdullah Nalbant Usta, Türk mutfağının en önemli unsurlarından biri olan tel kadayıf’ın Ahlat Mutfağı’nda olmadığını görerek bu açığı kapatma  çabası içine girmiştir.
Abdullah Nalbant Usta, o dönemde gerek mutfak kültürü gerekse diğer alanlarda bir hayli ileri düzeyde olan Diyarbakır ve Gaziantep illerine giderek buralarda  kadayıf üretimi ile ilgili incelemelerde bulundu.
Kadayıf üretimi için gerekli olan, araç gereç ve malzemeleri satın alarak   Ahlat’a getirdi.
Kadayıf üretimi için gerekli olan malzemelere bakacak olursak:
1.Büyükçe bakır bir sini
2.Hamur kazanı
3.Döküm sürgeci
4.Süzgece doldurma kepçesi
5.Temizleme ve toplama aparatları
Tel kadayıfın hamuru  akışkan bir şekilde hazırlandıktan sonra süzgeçli bir kepçe ile döküm aparatına doldurulur. İyice ısıtılmış bakır zemin üzerine dıştan başlayıp içe doğru daireler çizilerek dökülür. Bir iki dakika içinde pişen hamur, özel toplama aparatı ile usulüne uygun olarak toplanarak bir kenarda istif edilir.
Altı ayı kış sezonu nedeniyle kar altında geçen Ahlat’ta, nalbantlık mesleğini icra edemeyince hem boş zamanını değerlendirmek,  hem de Ahlat mutfağını tel kadayıf ile buluşturmak  ve Ahlat insanına bu tadı tattırmak   adına bu işe soyunmuştur Abdullah Nalbant Usta.
             Evinin bir köşesini bu iş için ayırdı, buraya önce bir  kadayıf fırını inşa etti, daha sonra gerekli olan araç ve gereçleri işlevlerine göre kullanmaya başladı.
Ancak tel kadayıf yapmaya uygun kaliteli un ve odun kömürü Ahlat’ta bulunmadığı için bunları da gene çevre  il ve ilçelerden getirdi.
Abdullah Nalbant Usta, kadayıf üretme işlevini sadece kış aylarında yaptığından, geri kalan diğer altı aylık yaz döneminde gene kadayıf yeme şansına sahip olamamıştır Ahlat halkı.
Abdullah Nalbant Usta, uzun yıllar bu hizmeti yerine getirmiş, yaşının ilerlediği ve bu görevi artık yapamaz duruma geldiğinde, usta çırak ilişkisi çerçevesinde  yerine bir çırak bırakma arzusuyla oturduğu mahallenin mazbut ama en fakir gençlerinden birini yanına alıp, tüm araç ve gereçleri hiçbir karşılık beklemeksizin ona vererek yetiştirmiş, bu mesleğin kendisinden sonra da uzun yıllar devam etmesine  olanak sağlamıştır.
Abdullah Nalbant Usta, tel kadayıfın yanında Ahlat Mutfağına  gül reçeli, gül suyu gibi başka ürünleri de kazandırmıştır.
             İstanbul’dan getirdiği çeşitli gül fideleri, meyve ağaçları ile Ahlat’ta o dönem için olmayan pek çok bitkiye de getirerek Ahlat Mutfağına kazandırmıştır.
50’lı yıllardan 80’li yıllara kadar Abdullah Nalbant Usta’nın ürettiği tel kadayıf, o yıllarda yemekleri ile ünlenen ve yörede haklı bir şöhrete sahip olan Cafer Usta’nın Lokantası’nda da hem kent halkına hem de  Ahlat’tan geçen insanlara sunulmuştur.
Abdullah Nalbant Usta, evinin bahçesinde oluşturduğu gül bahçesi ile de bir ilki Ahlat’a  getirmiştir. Ulusal bayramlarda yapılan resmi törenlere buradan çiçek gönderilmiştir.
Abdullah Nalbant Usta’nın  gerek Ahlat Mutfağına olan katkıları, gerekse Ahlat Halkına sunduğu ilkler gerekse  hiçbir karşılık kabul etmeden Halk Hekimliğindeki yarım yüzyıla yaklaşan hizmetleri  aynı adlı bir kitapta yayımlanmıştır.
Türk mutfağının vazgeçilmezlerinden olan tel kadayıf, Selçuklu döneminde bilinmiyordu. İlk kez 1800’lü yılların son çeyreğinde Bingöl civarında yaşayan Ermeni asıllı bir Türk tarafından yapılmaya başlandı.
Bu farklı lezzet kısa sürede çok tutundu ve usta çırak ilişkisi ile kuşaktan kuşağa yaşayarak günümüze kadar gelmeyi başardı.
Günümüzde bölgelere yörelere ve insanların yaratıcı güçlerine göre kadayıf çeşitli şekillerde yapılmaya başlandı. Erzurum’da kadayıf dolması, Diyarbakır ve Bingöl’de burmalı kadayıf, güney illerimizde künefe çeşitleri bunlardandır.
Erzurum mutfağının seçkin ürünleri arasında yer alan Kadayıf Dolması değişik şekillerde hazırlanmasının bir örneğidir.
             Geçmiş dönemlerde ilkel usullerle yapılan tel kadayıf günümüz koşullarında teknik olanaklarla el değmeden ve hijyenik ortamlarda hazırlanmaktadır.
             Bu sunumda yer alan bilgiler herhangi bir kaynaktan alıntı olmayıp, özgün olarak tamamen  gözleme dayalı olarak derlenerek  hazırlanmıştır.
1940 yılından 1985 yılına kadar Ahlat Halk Hekimliğinin unutulmaz ismi olarak, hiçbir kimseden hiçbir karşılık beklemeksizin Ahlat insanını pek çok ilkle tanıştıran Abdullah Nalbant Usta’yı bu hizmetlerinden dolayı minnetle, rahmetle  ve saygıyla anıyoruz.