CEMİLE
Av. Erbabi BAYINDIR |
İlhami
NALBANTOĞLU
Sıcak
denizlere ulaşacağım diye, ipini koparmış azgın bir boğa gibi kontrolsüz bir
biçimde her yere saldırıyor, önüne gelen her şeyi yerle bir edip insanları
öldürüyor, kentleri yakıp yıkıyor, adım adım Akdeniz’e doğru ilerliyordu.
İşe Kafkasya’dan başladı, zulmünden panik içinde
kaçmaya çalışan binlerce insan, göç ederken her türlü engel ile karşılaşmanın
sonucu binlerce insan ölüme giderken, geride kalanların büyük bir kısmı da
Aras’ın, Çoruh’un azgın sularında boğularak yaşamlarını yitiriyorlardı. Geride
anasız babasız çocuklar, yaşlılar, sakatlar, yararılar kalıyordu.
Rus
ordusu, Kars’tan başlayarak Erzurum, Ağrı, Varto, Malazgirt, Muş, Erciş,
Adilcevaz, Ahlat’a doğru her yeri yakıp yıkarak ilerliyordu. İnsanlar, bu
vahşi, hunhar katliamlara maruz kalmamak için, şaşkın, çaresiz, umutsuz bir
halde ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ekonomik gücü uygun olanlar tehlikeyi
sezer sezmez kendilerini güvenli bölgelere atıyorlardı. Kafileler oluşuyor, hep
birlikte, bin bir türlü meşakkatle günler süren bir maceraya
atılıyorlardı. Gidecekleri güzergahta
kendilerini doğanın acımasız koşullarına bırakmanın yanında, yollarını kesen
eşkiyalar ve vahşi hayvanlarla da mücadele etmek durumunda kalıyorlardı.
Bu saldırı
ve işgallerin sonuncusu 1915-1916 tarihlerindeki Rus istilasıydı. Bu dönemde
Ahlat, geçmişte pek çok kereler olduğu gibi, tarihinin en ağır, en acımasız
katliamına maruz kalmaktan kurtulamıyordu.
Dönemin
Rus İmparatoru Çar Deli Petro’nun sıcak denizlere ulaşma hedefi şeklindeki
vasiyetini yerine getirmek isteyen Rus kuvvetleri hızla Anadolu’ya girmişlerdi.
İşgalci güçlerin Rus Kumandanı General Şerpantiye, Adilcevaz’ı işgal ettikten
sonra Ahlat’a doğru ilerliyordu. Şerpantiye, 3’üncü Rus Maverayibaykal Kazak
Livası’nı da güçlerine katarak Ahlat’a doğru ilerlemeye başlamıştı. Ruslar bu
taarruza yaklaşık 36 Süvari ve kazak Bölüğü ve 22 topla başladılar. Bunlara ek
olarak 3. Maverayıbaykal Kazak Livası da dahil edilmişti. Bu kuvvetler
Adilcevaz Cephesi’nden taarruz ederken, Kafkas Süvari Tümeni Malazgirt
yöresinden gelerek Ahlat’ı kuşatmıştı. Takvimler 29 Haziran 1915’i
gösteriyordu.
Dönemin
askeri ve stratejik koşulları Ahlat’ın savunması için ancak 2 Taburluk bir kuvveti ayırabilmişti. Bu birlik, azgın,
gözü dönmüş Rus birlikleri karşısında fazla bir direnç gösteremeyince, askeri
ve strateji olarak kenti terk etmeyi tercih etmişti. Bu manevra ile büyük
zayiat vermenin önüne geçilmişti. Ancak, olanakları kenti terk etmeye uygun
olanların dışında kalan yoksul ve fakir Ahlat halkı, Rusların Ahlat’a gelmesine
kadar işgal edilen her yöremizde olduğu gibi
eşkiya ve Rus katliamlarından da nasiplerini almaktan kurtulamıyorlardı.
O günleri
yaşayan bir Ahlatlı hemşehrimiz, maruz kaldıkları bu acımasız katliamı şöyle
dile getiriyordu: “İşgal sırasında gücümüz elverdiğince düşmanla çarpışıyorduk.
Rus askerleri ve dağlardaki çeteleri haince, hunharca ve acımasızca Kentte
karşılaştıkları herkesi kesip kurşuna diziyorlardı.
Günlerce
süren katliamlarından ardından harabeye dönmüş, yakılmış yıkılmış bir Ahlat,
binlerce ölü, yaralı ve binlerce ailesini kaybetmiş, öksüz ve yetim çocuk
kalıyordu. İşgal kuvvetlerinin hedefi artık daha ileriki yerleşim yerlerinde
aynı vahşeti tekrarlamaktı.
Ahlat’ta
büyük bir dram yaşanıyordu, aç susuz kalan insanlar, işini gücünü kaybetmiş
esnaf, anasını babasını ve tüm
akrabalarını kaybetmiş çocuklar ve yaşlılardan başka kimsecikler kalmamıştı. Bu
durumu görüp yardıma koşan bazı varsıl
aileler gelip burada kimsesiz çocuklardan gözlerine kestirdiklerini alıp
götürüyorlardı. Kimi aldığı çocuğu nüfusuna geçiriyor, okula veriyor, iş güç
sahibi yapıyordu. Kimi ise aldığı çocuğu evinin ya da ailesinin hizmetlerini
gördürmek için kullanıyordu.
Ahlat’ın
binlerce öksüz ve yetim kalan çocuklarından biri de güzeller güzeli,
kadersiz Cemile idi. Cemile bir
akrabasının yanına sığınmıştı. Yokluk ve kıtlık içinde kalan her aile gibi iaşe
ve ibate aşılması mümkün olmayan bir
sorun olarak ortaya çıkıyordu. Bu nedenle çoğunlukla aileler kimsesiz kalan
çocukları varsıl ailelere vererek yüklerini hafifletmeye mecbur oldukları için
bu yolu tercih ediyorlardı. Cemile de bu durumun farkındaydı ve yanlarında
kaldığı aileye yalvarıyordu. “Nolursunuz, beni başkalarına vermeyin, ben hiç
yemek yemem, yeter ki siz beni kimseye vermeyin.”
Ne var ki,
tablo Cemile’nin düşündüğünden daha da ağırdı, ve yalvarıp yakarışları sonucu
değiştirmemişti. İstanbul’dan gelen ve asker olduğu anlaşılan bir kişi
Cemile’nin tüm itirazlarına karşın onu alıp İstanbul’un yolunu tutmuştu. Kader
ağını örmüş, Cemile sonu belli olmayan bir meçhule doğru çok sevdiği
memleketinden, akrabalarından, çocukluğundan
koparılıp alınmıştı.
Zaman akıp
gidiyordu, tarih denilen çark dönüyor, yeni olaylar, yeni gelişmelerle
insanların önüne yeni tablolar seriyordu. 25 Haziran 1919 tarihinde Ahlat’ı
işgal eden Ruslar, ülkelerinde meydana gelen beklenmedik olaylar nedeniyle,
sıcak denizlere ulaşma hedeflerini başka baharlara saklayarak, rafa kaldırıp 21
Şubat 1918 tarihinde önce Ahlat’ı terk edip, aşama aşama ve kök kös çıktıkları
yere dönüyorlardı.
Fransızlara
göre Allah’ın Türklere bahşettiği ve Türklerin de ona minnettar oldukları bir
dahi ortaya çıkıyor, ülkeyi işgal eden düşmanları bir bir vatan topraklarından
kovup Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuruyor. Dünya sahnesine giren bu yeni Cumhuriyet, tüm
dünyanın takdirini kazanıyor. Mustafa Kemal Atatürk Başkanlığındaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti kısa sürede
kendini toparlıyor, reformlar yeni adımlarla dosta düşmana karşı parlayan bir
yıldız halini alıyordu.
Devlet
olmanın gereği ile normal bir vatani görev süreci başlıyor. Her Türk genci ve vatandaşı vatani görevini zevkle ve
şevkle yerine getirmek için can atıyordu. Ahlat’ın güçlü, kuvvetli, taşı
sıktığında suyunu çıkaracak kadar heybetli genci Çelebi, vatani görevini yapmak
üzere İstanbul’a gönderiliyordu. Söz konusu İstanbul olunca geçmişte yaşanan
travmadan sonra hala yaşamakta olan ailenin fertlerinin aklına Cemile
geliyordu. Çelebi’ye sıkı tembihliyorlar yıllar evvel Cemile’yi İstanbul’da bir
aileye vermiştik, ne yap , ne et Cemile’yi arayıp bul. Hiç kuşkusuz bazı
ipuçları ve detayları da veriyorlar
Çelebiye.
Çelebi,
aldığı bu detaylar doğrultusunda, İstanbul’da bazı arayışlara girişiyor, bazı
kişilere ulaşıp bilgiler alıyor. Bu bilgiler doğrultusunda bazı görüşmeler
yapıyor, sonunda sonradan İstanbul’a gelen benzer kişilerle görüşmeler yapıyor.
Bir gün Kadıköy’de bir pastanede otururken akrabalarından bir bayana tıpa tıp
benzeyen bir bayanla karşılaşıyor. Soruyor:
-Hanımefendi,
ben sizi bir akrabama benzetiyorum. Çok benziyorsunuz, bu kadar benzerlik
şaşkınlık yaratıyor. Siz nerelisiniz, adınız nedir? Cemile yanıtlıyor:
-Benim
adım Cemile, ben Doğu’dan bir yerden gelmişim ama geldiğim yerin adını bilmiyorum.
-Peki,
tarif eder misin nasıl bir yerdi memleketiniz?
-Bizim
evden deniz görünüyordu, evimiz yeşillikler içindeydi. Başka bir şey
hatırlamıyorum.
-Peki
babanızın adını, ya da annenizin adını hatırlıyor musun?
-Babamın
adı İhsan, annemin adı da Gülizar’dı.
-Benim
Amcamın adı da İhsan’dır. Eşinin adı ise Gülizar’dır.
Bu
konuşmanın ardından Çelebi, akrabasını bulduğu kanısına vararak durumu
Ahlat’taki ve Ankara’daki akrabalarına bildiriyor. Ankara’dan birkaç akraba
İstanbul’a giderek Cemile ile görüşüp, yıllar sonra kavuşmanın hasretini
gidermeye çalışıyorlar. Cemile’nin hazin durumuna üzülüyorlar.
Cemile’yi
İstanbul’a getiren aile, ne Cemile’yi evlat edinmiş, ne okutmuş, ne de soy
isimlerini vermiş. Cemile’yi bir temizlik işçisi olarak yıllarca tepe tepe
kullanmışlar. Varsıl olan bu ailenin
evlerinde çamaşır makinesi olmasına karşın, Cemile’yi her gün aralıksız çamaşır
yıkamaya mahkum etmişler. Hiçbir sosyal
hakkını vermeden isimsiz, bir kürek mahkumu gibi kullanmayı içlerine
sindirebilmişler.
Ankara’dan
giden Akrabaları bu duruma çok üzülmüş, bir an evvel Cemile’yi bu işkenceden
kurtarmak için girişimlerde bulunmuşlar. Yılların birikiminin Cemile üzerinde
oluşturduğu bu alışkanlık ve çevresine olan uyum ikinci bir alternatife izin
vermemiş. Seni Ahlat’a götürelim, hiç olmazsa ömrünün kalan bölümünü orada
gönlünce geçir, önerilerine de Cemile sıcak bakmayınca durumun devamına karar verilmiş.
Cemile,
İstanbul’daki yaşamına devam ederken akrabaları onu yalnız bırakmamış, arayıp
sormuş, zaman zaman ziyaretine giderek yaşamış olduğu travmayı unutturmaya
çalışmışlar.
Zaman
gelmiş, Cemile Allah’ın ona bahşettiği ömrü tamamlayarak ebedi aleme intikal
etmiş ancak, Ahlat’ın tarihinde yeri olan binlerce çocuğun acı dramı Cemile ile
geleceğe taşınacak bir belge olarak tarihin sayfalarındaki yerini almış.
Kaynak:
Av. Erbabi BAYINDIR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder